

I.KARARA KONU OLAYIN ÖZETİ
Batman’da ikamet eden Abdulcelil İmret adlı başvuran başvuruya konu olan olayların yaşandığı tarihte, Demokratik Halk Partisi (DEHAP) ve devamında Demokratik Toplum Partisi (DTP) Batman Merkez İlçe Başkanlığı yapmıştır.
Batman Cumhuriyet Savcılığı, 2005 ve 2006 yılları içerisinde belli olmayan tarihlerde, başvuran hakkında en az dört defa cezai soruşturma başlatmıştır. Başvuran, birtakım kamuya açık toplantılara katılımıyla ilgili olarak 18 Ekim 2005, 6 Aralık 2005, 1 Şubat 2006 ve 23 Mart 2006 tarihlerinde Batman Cumhuriyet Savcısı önünde ifade vermiştir. Bu ifadelerde kendisine yasadışı silahlı örgüt PKK’nın (Kürt İşçi Partisi) hayatını kaybeden mensuplarını anma etkinliğine katılımı, yaptığı konuşmalarda PKK lideri Abdullah Öcalan’ı övmesi, PKK liderine “Sayın Öcalan” şeklinde hitap etmesi, Abdullah Öcalan’ın tecrit hapsinin sona ermesini talep etmesi ile ilgili sorular sorulmuştur.
Başvuran son olarak 23 Mart 2006 tarihinde, PKK üyeliği şüphesiyle hakkında açılan cezai soruşturma bağlamında, Batman Cumhuriyet Savcısı tarafından sorgulanmıştır. Başvuran, DEHAP ve DTP Batman Merkez İlçe Başkanı olarak birçok gösteri ve basın açıklamasına katıldığını; bu olaylar sırasında herhangi bir suç işlemediğini ifade etmiştir. Bu kamuya açık toplantıların PKK’nın talimatları doğrultusunda organize edildiği iddiasının hakikati yansıtmadığını belirtmiştir. Konuşmalarında PKK liderini övmediğini söylemiştir. Ayrıca, PKK lideri Abdullah Öcalan hapiste olmasına rağmen, yerel halk tarafından siyasi bir aktör olarak görüldüğünü eklemiştir.
Konuşmalarından birinde sarf ettiği ve içeriğinde hem Türk askerlerinin hem de PKK mensuplarının ölümünü kınadığı bir cümle kendisine sorulduğunda, başvuran bu cümleyi hiç tereddütsüz yeniden sarf edebileceğini belirtmiştir. Ayrıca, “Abdullah Öcalan’ı siyasi bir aktör olarak kabul ediyorum” başlıklı imza kampanyasının PKK’nın talimatıyla başlatılmadığını eklemiştir. Başvuran, Abdullah Öcalan’ın tecrit hapsinin sona ermesini talep ettiğini ve bu kişiye “Sayın Öcalan” şeklinde hitap ettiğini kabul etmiştir. Ancak, PKK’nın propagandasını yapma niyetinin bulunduğu iddiasını reddetmiştir. Başvuran, söz konusu gösterilere ve toplantılara, kalabalıkları kontrol altında tutma ve meydana gelebilecek rahatsızlıkları önleme amacıyla katıldığını ileri sürmüştür. Son olarak, gayesinin barış ve demokrasiye katkıda bulunmak olduğunu iddia etmiştir.
Başvuran, 23 Mart 2006 tarihinde Batman Sulh Ceza Mahkemesi önüne çıkarılmış ve 16 Şubat 2006 tarihinde gerçekleştirilen gösteriye olan katılımıyla ilgili sorgulanmıştır. Başvuran, ilgili tarihte DTP başkanlığı görevinde bulunduğundan, şiddet olaylarını önlemek amacıyla gösteriye katıldığını ifade etmiştir. Bunun sonucunda mahkeme, başvuranın tutuklanmasına karar vermiştir.
Sanık hakkında açılan kamu davası neticesinde ilk derece yargılaması Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yürütülmüştür. Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi, 30 Mayıs 2006 tarihinde, davanın esasına ilişkin ilk duruşmasını gerçekleştirmiştir. Başvuran, bu duruşma esnasında, DTP Batman Merkez İlçe Başkanı olduğunu öne sürmüştür. İddianamede belirtilen kamuya açık toplantılara katılmış olsa da yasadışı ifadeler içeren herhangi bir slogan atmadığını veya pankart taşımadığını savunmuştur. Ayrıca, göstericileri herhangi bir yasadışı eylemde bulunmaya sevk etmediğini beyan etmiştir. Başvuran, genellikle bu tür kamuya açık toplantılara güvenlik güçlerinin talebi üzerine katıldığını, zira güvenlik güçlerinin göstericilerle aralarında çıkabilecek çatışmaların önüne geçebilmek adına kendisinin orada bulunmasını istediklerini vurgulamıştır.
Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi, 26 Eylül 2006 tarihinde gerçekleştirdiği dördüncü ve son duruşmada, Abdulcelil İmret’in, PKK’nın talimatları doğrultusunda çok sayıda yasadışı gösteri düzenlediği ve bu gösteriler esnasında PKK ve Abdullah Öcalan lehine slogan atan ve pankart taşıyan göstericilere hitapta bulunduğu; sanığın, yaptığı konuşmalarda PKK liderini övdüğü; eylemlerinin devamlılığı ve niteliği dikkate alındığında, bu eylemlerin örgüt propagandası yapma suçunun ötesine geçerek başvuranın bilerek ve isteyerek PKK’ya yardım ettiğini sabit bularak, bu kişi hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 220 / 7 ve 314 /3 maddelerinin yollamasıyla aynı Kanun’un 314 / 2 maddesi uyarınca yasadışı bir örgüte üye olmak suçundan cezaya hükmetmiştir. Başvuran, 6 yıl 3 ay hapis cezası ile cezalandırılmıştır.
Yargıtay ise, 13 Nisan 2010 tarihinde, ilk derece mahkemesinin verdiği bu kararı onamıştır.
Başvuran, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10 ve 11. maddelerine dayanarak, on adet kamuya açık toplantıya katıldığı ve bu toplantılar sırasında konuşmalar yaptığı gerekçesiyle hakkında mahkûmiyet kararı verilmesinden şikâyet etmiştir. Başvuran, Türk Ceza Kanunu’nun 220/7 ve 314/2 maddeleri uyarınca hakkında verilen mahkûmiyet kararlarının, kendisinin toplantı özgürlüğü hakkına müdahale teşkil ettiğini iddia etmiştir. Söz konusu müdahalenin, Sözleşme’nin 10 ve 11. maddelerinin anlamı dâhilinde yasayla öngörülmediğini belirtmiştir. Bu bağlamda, yerel mahkemelerin 220/7 maddesini aşırı kapsamlı şekilde yorumladığını savunmuştur. Kendisinin kamuya açık toplantılara katılmasının ve bu etkinliklerde düşüncelerini ifade etmesinin, yasadışı bir örgüte yardım etme ve bu örgüte üye olma suçlarından hakkında kovuşturma yürütülmesi ve mahkûmiyet kararı verilmesine yol açacağını öngöremeyeceğini ileri sürmüştür. Burada, “yasadışı bir örgüte yardım etme” suçunun, kamuya açık gösterilere katılmak ve düşüncelerini ifade etmek olarak değil, yasadışı bir örgüte silah, malzeme veya gizli bilgiler sağlamak şeklinde anlaşılması gerektiğini ifade etmiştir.
Hükümet ise, başvuranın yasadışı gösterilere katıldığı için değil, yasadışı bir örgüte yardım ettiği gerekçesiyle mahkûm edildiğini; dolayısıyla, başvuranın toplantı özgürlüğü hakkına bir müdahalede bulunulmadığını savunmuştur. Bu bağlamda, güvenlik güçlerinin söz konusu yasadışı gösterilere yönelik herhangi bir müdahalesinin olmadığını vurgulamıştır.
Hükümet, ayrıca, başvuranın ifade özgürlüğü ve toplantı özgürlüğü haklarına yönelik herhangi bir müdahalede bulunulmuşsa da bunun yasayla öngörülmüş olduğunu ileri sürmüştür. Başvuran hakkında verilen mahkûmiyet kararının Türk Ceza Kanunu’nun 220/7 maddesine dayandığını ve ilgili kanun hükmü metninin, Sözleşme’nin 10 ve 11. maddelerinin anlamı dâhilinde erişilebilirlik ve öngörülebilirlik kriterlerini taşıdığını belirtmiştir. Ayrıca müdahalenin ulusal güvenliğin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi gibi meşru amaçları güttüğünü öne sürmüştür.
Dolayısıyla uyuşmazlık, Türk Ceza Kanunu’nun Suç işlemek Amacıyla Örgüt Kurma başlıklı 220/7 ve Silahlı Örgüt başlıklı 314/2 maddeleri uyarınca hükmedilen mahkûmiyet kararlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. Maddesinde düzenlenen toplantı özgürlüğü hakkına müdahale teşkil edip etmediği ve söz konusu başvuru yönünden bu suçların unsurlarının oluşup oluşmadığı noktasında toplanmaktadır.
Başvurunun açıkça dayanaktan yoksun olmadığını ifade eden AİHM, uyuşmazlığı Sözleşmenin 10. ve 11. maddelerine yönelik bir ihlal olup olmadığı yönünden incelemiştir.
Mahkeme, barışçıl toplanma özgürlüğünün kullanımına yönelik bir müdahalenin, hukuken veya fiilen kesin bir yasak anlamına gelmek zorunda olmadığını, bunun yetkililer tarafından alınan diğer çeşitli tedbirleri içerebileceğini hatırlatarak Sözleşme’nin 11. maddesinin[1] 2. fıkrasında yer alan “kısıtlamalar” kavramının, hem bir toplanma eylemi öncesi ve sırasında alınan tedbirleri, hem de örneğin cezalandırıcı tedbirler gibi sonradan alınan tedbirleri içerdiği şeklinde yorumlanması gerektiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla Mahkeme, birtakım davalarda, bir toplantıya katılmaktan ötürü verilen cezaların toplanma özgürlüğü hakkına müdahale anlamına geldiğini değerlendirmiştir. İncelememize konu kararda Mahkeme, başvuranın iddianamede ve Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesinin 26 Eylül 2006 tarihli kararında sayılan kamuya açık toplantılara katıldığı gerekçesiyle Türk Ceza Kanunu’nun 220/7 ve 314/2 maddeleri uyarınca yasadışı bir örgüte üyelik suçundan mahkûm edilmesi nedeniyle başvuranın toplantı özgürlüğü hakkının kullanımına bir müdahalede bulunulduğu kanaatine varmıştır.
Daha sonra söz konusu kararında yapılan bu müdahalenin haklı olup olmadığına değinen Mahkeme, Sözleşme’nin 11. Maddesinin ihlalinden söz edilebilmesi için müdahalenin “kanunla öngörülmüş” olmaması, Sözleşme’nin 11/2 maddesinde ortaya konulan meşru amaçlardan biri ya da birkaçını gütmemesi ve bu amaçların gerçekleştirilmesi için “demokratik bir toplumda gerekli” olmamasını aradığını belirtmiştir.
Mahkeme yerleşik içtihadına atıf yaparak (De Tommaso/İtalya [BD], no. 43395/09, § 106, 23 Şubat 2017) “hukuka uygun” ve “kanunla öngörülmüş” ifadelerinin yalnızca ihtilaf konusu tedbirin iç hukukta yasal bir dayanağının bulunmasını gerektirmediğini, aynı zamanda bu dayanağın kanun kavramının niteliklerini taşıması, yani ilgili kişiler için erişilebilir ve etkilerinin öngörülebilir olması gerektiğine dikkat çekmiştir.
AİHM’ye göre öngörülebilirlik, “kanunla öngörülmüş” ifadesinin getirdiği gerekliliklerden biridir. Dolayısıyla, kişilere davranışlarını düzenleme imkânı vermek üzere yeterli netlikle ifade edilmediği takdirde, bir norm “kanun” olarak kabul edilemez; zira kişiler, gerekirse uygun tavsiye ile, belli bir eylemin yol açabileceği sonuçları, söz konusu koşullar içerisinde makul olan derecede öngörebilmelidirler. Ancak bu sonuçların mutlak bir kesinlikle öngörülebilir olması gerekli değildir.
Bu bağlamda Mahkeme, bir kuralın, kamu mercileri tarafından keyfi uygulamalarda bulunulmasına ve bir kısıtlamanın herhangi bir tarafın zararına olacak şekilde kapsamlı olarak uygulanmasına karşı bir koruma tedbiri sağladığında “öngörülebilir” nitelikte olduğunu vurgulamıştır.[2]
Türk Ceza Kanunu’nun 220. maddesinin[3] erişilebilir olduğuna dair şüphe bulunmadığı görüşünde olan Mahkeme, Öngörülebilirlik koşuluna gelindiğinde ise öncelikle, başvuran 19 Şubat 2005 ve 31 Mart 2005 tarihlerindeki kamuya açık toplantılara katıldığında mevcut Türk Ceza Kanunu’nun, dolayısıyla da Kanun’un 220/7 maddesinin henüz yürürlükte olmadığını kaydetmiş, bu nedenle de bu hüküm kapsamında başvuranın bu iki etkinlik ile ilgili cezalandırılmış olmasının, kanunilik bakımından bir sorun ortaya çıkardığı kanaatine varmıştır. Yine öngörülebilirlik açısından değerlendirmesini bununla sınırlı tutmayan Mahkeme, Türk Ceza Kanunu’nun 220/7 maddesinin başvuranın Sözleşme’nin 11. maddesi ile korunan hakkına yönelik keyfi müdahaleye karşı başvurana yasal koruma sağlamadığı gerekçesiyle “öngörülebilir” olmadığını sonucuna varmıştır.
Aynı zamanda incelememize konu kararla aynı yönde bir diğer karar olan Işıkırık/Türkiye kararında da Mahkeme, başvuranın Türk Ceza Kanunu’nun 220 /6 ve 314 /2 mucibince mahkûmiyetinin kanunla öngörülmemiş olduğu gerekçesiyle Sözleşme’nin 11. maddesinin ihlal edildiğini tespit ettiğini kaydetmiştir. Söz konusu kararda Mahkeme, incelememize konu kararındaki aynı gerekçelere dayanarak Türk Ceza Kanunu’nun 220/ 6 maddesinin uygulanışında “öngörülebilir” olmadığına hükmetmiştir. Mahkemeye göre, anlamsal yapıları bakımından, Türk Ceza Kanunu’nun 220. maddesinin altıncı ve yedinci fıkraları arasında temel bir farklılık görülmemektedir.
Mahkeme’ye göre bu iki fıkra arasındaki tek fark; altıncı fıkraya göre bir örgüte üyelikten mahkûmiyet için yasadışı bir örgüt adına bir suç işlenmesi gerekirken, yedinci fıkra uyarınca verilecek böyle bir mahkûmiyet kararı için kişinin ceza kanunları ile yasaklanmış bir suç işlemiş olması koşulu bulunmamaktadır. Bu bağlamda bir kişinin, yerel mahkemelerce yasadışı bir örgüte yardım sağlama niteliğinde olduğu değerlendirilen eylemleri, bu eylemler iç hukuk kapsamında bir suç teşkil etmese dahi kişinin örgüte üyelikten mahkûm edilmesine yol açabilmektedir. Bununla birlikte, Işıkırık davası gibi bazı davalarda gözlemlendiği üzere Yargıtay Ceza Genel Kurulu ve Yargıtay 9. Ceza Dairesi, başvuranın eylemlerine benzer eylemlerin Türk Ceza Kanunu’nun 220 /6 maddesi kapsamına girdiğini değerlendirmiş ve göstericiler hakkında yasadışı örgütlere üyelik suçundan verilen mahkûmiyet kararlarını onamıştır. Öte yandan başvuranın davasına benzer davalar Yargıtay 9. Ceza Dairesi ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından farklı şekillerde değerlendirilmiştir. Bu durum ulusal yargı mercilerinin bu konuda yerleşik bir içtihadının olmadığını göstermektedir.
Bununla birlikte Türk Ceza Kanunu’nun 220/7 maddesinin başvuran bakımından öngörülebilirliğini, söz konusu hükmün metni ve 314. madde[4] ile olan ilişkisi ışığında inceleyen Mahkeme, başvuran hakkında mahkûmiyet kararı veren yerel mahkemelerin gerçekleştirdiği yorumlamayı, özellikle de bu yorumlamanın yasal hükmün keyfi şekilde uygulanmasına karşı yeterli koruma sağlayıp sağlamadığını dikkate almıştır.
Ağır Ceza Mahkemesi, başvuranın eylemlerinin devamlılığı ve niteliği dikkate alındığında, bu eylemlerin PKK propagandası yapmanın ötesine geçerek, örgüte bilerek ve isteyerek yardım etme suçuna tekabül ettiğini değerlendirmiştir. Bununla birlikte Türk Ceza Kanunu’nun 314. maddesi tek başına uygulandığında, yerel mahkemelerin sanığın eylemlerinin “devamlılığı” ile birlikte “çeşitliliğinin ve yoğunluğunun” göz önünde bulundurması gerekmektedir. Ancak, aynı madde somut olayda 220 § 7 maddesiyle birlikte uygulandığında, başvuran yalnızca eylemlerinin devamlılığına dayanılarak silahlı bir örgüte üye olmak suçundan mahkûm edilmiştir. Bu cihetle Mahkeme, Türk Ceza Kanunu’nun 220/7 maddesiyle birlikte uygulandığında, 314/2 maddesi kapsamındaki mahkûmiyet kriterlerinin başvuranın zararına olacak şekilde kapsamlı bir uygulamaya konu olduğunu tespit etmiştir.
Benzer şekilde, Kanun’un 314. maddesi tek başına uygulandığında, sanığın silahlı bir örgütün “hiyerarşik yapısı” içerisinde suç işleyip işlemediği mahkemelerce incelenmektedir. Diğer yandan, aynı madde somut olayda 220/7 maddesiyle birlikte uygulandığında, başvuranın bir hiyerarşi dâhilinde hareket edip etmediğine bakılmaksızın, yalnızca PKK’ya yardım ettiği değerlendirildiği gerekçesiyle silahlı örgüt üyesi gibi cezalandırılmıştır. Ayrıca Mahkeme, Sözleşme’nin 10 ve 11. maddeleri kapsamına giren eylemler gerekçesiyle başvuranın mahkûm edilmesi nedeniyle, bir siyasetçi ve barışçıl bir gösterici olan başvuran ile PKK yapılanması dâhilinde suç işleyen bir kişi arasında herhangi bir ayrım kalmamıştır diyerek mahkumiyete dayanak yasa maddelerinin uygulamasının çok geniş bir yelpazeye yayıldığından bahsetmiştir.
Yukarıda verilen açıklama ve görüşler ışığında, Mahkeme, Türk Ceza Kanunu’nun 220/7 maddesinin uygulanışında “öngörülebilir” olmadığına, zira başvuranın Sözleşme’nin 11. maddesi ile korunan hakkına yönelik keyfi müdahaleye karşı başvurana yasal koruma sağlamadığı sonucuna varmıştır (bk. Ahmet Yıldırım/Türkiye, no. 3111/10, § 67, AİHM
2012 ve yukarıda anılan Işıkırık, § 70). Dolayısıyla 220/7 maddesinin uygulanmasından kaynaklanan müdahale kanunla öngörülmemiş olduğundan Sözleşme’nin 11. Maddesi ihlal edilmiştir.
AİHM, kararında her ne kadar TCK m.220/7’nin öngörülebilir bir hüküm olmadığı kanısına varmış olsa da kanımızca söz konusu kanun maddesi başvuran tarafından gerçekleştirilen fiiller bakımından öngörülemeyecek bir sonuç içermemektedir. Çünkü başvurucu tarafından devamlılıkla katılım sağlanan toplantılarda sergilenen davranışlar ve sarf edilen sözler açıkça örgüte bilerek ve isteyerek yardım etme kapsamında sayılabilecek mahiyettedir. Zira Mahkeme’nin “Türk Ceza Kanunu’nun 314. maddesi tek başına uygulandığında, yerel mahkemelerin sanığın eylemlerinin “devamlılığı” ile birlikte “çeşitliliğinin ve yoğunluğunun” göz önünde bulundurması gerekmektedir” şeklindeki ifadesi göz önünde bulundurulursa gerçekleştirdiği fiillerin niteliği kendisinin örgüt üyesi olarak kabul edilmesinin bir sakıncası olmadığını ortaya koymaktadır. Bu bakımdan başvurucunun 220/7 kapsamında cezalandırılmasında evleviyetle ihlal içeren bir sonuç doğmayacaktır. Her ne kadar başvurucu, Mahkeme tarafından barışçıl bir siyasetçi olarak nitelendirilmiş olsa da söz konusu eylemlerin barış için yapıldığını söylemek somut olayın özelliklerine abes düşmektedir. Çünkü söz konusu eylemler örgütün faaliyetleri çerçevesinde ve amaçlarına hizmet eder niteliktedir. Bu bağlamda bizce başvurucu hakkında ulusal yargı makamları tarafından verilen hüküm hukuk ve hakkaniyete uygun olup ulusal ve uluslararası mevzuata herhangi bir haksız müdahale içermemektedir.
[1] 1. Herkes barışçıl olarak toplanma ve dernek kurma hakkına sahiptir. Bu hak, çıkarlarını korumak amacıyla başkalarıyla birlikte sendikalar kurma ve sendikalara üye olma hakkını da içerir.
2. Bu hakların kullanılması, yasayla öngörülen ve demokratik bir toplum içinde ulusal güvenliğin, kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli olanlar dışındaki sınırlamalara tabi tutulamaz. Bu madde, silahlı kuvvetler, kolluk kuvvetleri veya devlet idaresi mensuplarınca yukarıda anılan haklarını kullanılmasına meşru sınırlamalar getirilmesine engel değildir.
[2] Benzer yöndeki kararlar için bkz Işıkırık/Türkiye, no. 41226/09, § 58, 14 Kasım 2017 ve Mesut Yurtsever ve Diğerleri/Türkiye, no. 14946/08 ve diğer 11 başvuru, § 103, 20 Ocak 2015
[3] (1) Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kuranlar veya yönetenler, örgütün yapısı, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olması halinde, dört yıldan sekiz yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Ancak, örgütün varlığı için üye sayısının en az üç kişi olması gerekir.
(2) Suç işlemek amacıyla kurulmuş olan örgüte üye olanlar, iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Örgütün silahlı olması halinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza dörtte birinden yarısına kadar artırılır.
(4) Örgütün faaliyeti çerçevesinde suç işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı da cezaya hükmolunur.
(5) Örgüt yöneticileri, örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen bütün suçlardan dolayı ayrıca fail olarak cezalandırılır.
(6) Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi, ayrıca örgüte üye olmak suçundan da cezalandırılır. Örgüte üye olmak suçundan dolayı verilecek ceza yarısına kadar indirilebilir. Bu fıkra hükmü sadece silahlı örgütler hakkında uygulanır.
(7) Örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte, örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişi, örgüt üyesi olarak cezalandırılır. Örgüt üyeliğinden dolayı verilecek ceza, yapılan yardımın niteliğine göre üçte birine kadar indirilebilir.
(8) Örgütün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır.
[4] (1) Bu kısmın dördüncü ve beşinci bölümlerinde yer alan suçları işlemek amacıyla, silahlı örgüt kuran
veya yöneten kişi, on yıldan on beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Birinci fıkrada tanımlanan örgüte üye olanlara, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir.
(3) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçuna ilişkin diğer hükümler, bu suç açısından aynen uygulanır.